Ülkenin Padişahı bir gün tebdil-i kıyafet dolaşmaya çıkmıştı. Nehrin kenarında balık tutan yoksul bir balıkçıya rastladı. Adam son derece nasipsiz ve üzgündü, sabahtan beri ailesine doyuracak kadar balık tutamamıştı. Yardımsever Padişah bu zavallıya yardım etmek istedi. Ona bir teklifte bulundu:
‘’Oltana ilk takılan şey ne olursa olsun, onun için sana ağırlığınca altın vereceğim’’ dedi.
Adam sevinçle oltasını nehre attı. Biraz sonra oltaya takılan ortası delik bir kemik takıldı. Hükümdar da balıkçı da düzgündü. Ama yine de hiç yoktan iyiydi. Balıkçı:
‘’Nasibim bu kadarmış. Ben anlaşmamıza razıyım’’ dedi. Padişah balıkçıyı alıp sarayına götürdü. Hazineden görevli adamlarına emir verdi:
‘’Şu balıkçıya elindeki kemiğin ağırlığınca altın verin!’’
Adamlar kemiğe şöyle bir baktılar ve terazinin kefesine koydular Öbür kefesine de birkaç altın koydular. Fakat terazi dengelenmedi. Beş on altın daha koydular ama kemiğin olduğu taraf yerinden oynamıyordu. Artık terazinin kefesi dolup taşmıştı ama kefe yerinden kımıldamıyordu. Nihayet bunda bir sır olduğunu anladılar. Durumu padişaha haber verdiler. Padişah hemen o zamanın Allah dostu olan bilgeyi çağırdı, durumu sordu. Bilge zat kemiği eline alıp şöyle bir baktıktan sonra şu açıklamada bulundu:
‘’Bu kemik açgözlü bir insanın göz çukurudur. Siz bunu tartmak için bütün hazineyi koysanız yine yerinden oynamaz. Çünkü doymaz. Ama bir avuç toprak bunu doyurur.’’
Nitekim bir avuç toprak alıp terazinin kefesine koydu ve kemik yukarı kalkıverdi…..