Cemal Gülas, uzun yıllardır doğa fotoğrafları çekiyor ve bunu “ışıkla yazı yazarak gelecek için bugünü belgelemek” olarak adlandırıyor.
Kuzey Kutbuna ilk ayak basan Türk
Atlas Dergisi'nin konsept ve içeriğinin oluşturulmasını sağlayarak, dergiye Atlas adını veren Cemal Gülas, derginin Türkiye'de saygın bir yer edinmesinde önemli bir rol oynadı. 1997 yılında Alcatel’in katkılarıyla ilk fotoğraf kitabı “Bulutların Ülkesi” yayınlandı. 1998’de Kuzey Kutbu’na ilk ayak basan Türk oldu.
Yönetmenliğini yaptığı “Bulutların Ülkesi” belgesel serisi CNN Türk’te on iki bölüm olarak yayınlandı. Canon tarafından düzenlenen “2002 Yılının Enleri”nde fotoğraf dalında birinci oldu. Bugüne kadar dokuz fotoğraf sergisi açtı.
Bir milyon kilometrede iz bıraktı
2004 yılından 2012’ye kadar yüz yirmi bölüm “Zamanın Tanığı” adlı doğa ve keşif belgesel serisi Cemal Gülas’ın yönetmenliği ile TRT ekranlarında izleyicisiyle buluştu. 2008 yılında yine Cemal Gülas yönetmenliğinde hazırlanan “Doğadan Mektuplar” yirmi iki bölüm olarak Kanal 24’te yayınlandı.
2009-2011 yılları arasında seksen bölümlük “Bulutların Ülkesi” kuşağı Digitürk platformu İZ Tv’de ekrana geldi. Hürriyet, Akşam ve Radikal gazetelerinde dizi yazılar yazdı. Doğa ile ilgili deneyimlerini kaleme aldığı “İnimden Mektuplar” adlı köşe yazı dizisi Habertürk gazetesinde yayınlandı. Anadolu'dan biriktirdiği
Bulutların Ülkesi’ni keşfederken yaklaşık 1.000.000 km’de iz bıraktı.
www.cemalgulas.com adlı sitesinde tecrübelerini ve yaptığı işleri ilgilileri ile paylaşıyor.
“İn” olarak adlandırdığı dağ evinde yaşıyor
Tarih, coğrafya ve kültür açısından dünyanın en zengin potansiyeline sahip olan Anadolu’yu yıllardır adım adım kateden doğa fotoğrafçısı Cemal Gülas, fotoğraf arşivini “Işıkların Ülkesi” adlı kitabında topluyor. 2008 yılından beri çocukluk hayali olan Doğu Karadeniz’deki köyünde yaptırdığı “in” olarak adlandırdığı dağ evinde çalışmalarını sürdürüyor.
Yurt dediğin nedir oğul?
Araştırmacı fotoğrafçı Cemal Gülas’ın Artvin Maçahel’de bir akşamüzeri rastladığı yaşlı bir kadın, ona şehirdeki çocuklarına göndermek üzere bir mektup yazdırır. Bu mektup gezginin hayatında yepyeni bir sayfa açılmasına sebep olur. Mektubun bir kopyasını almak için kadının mısır tarlasını kazması gerekse ve sonraki bir ay boyunca ellerinin acısından şikayet etse de bugün, yaptığı tek hayırlı işin o tarlayı kazmak olduğunu söylüyor Gülas. Bu mektup daha sonra bir milyona yakın kişiye ulaştı, okundu, okunmaya devam ediyor. Taşıdığı anlam ve evrensel nasihati sebebiyle bir banka Almanya’daki gurbetçilerimize gönderilmek üzere bu mektubu takvim yaptırdı.
Bu mektup şöyleydi:
Canımın direği,
Bakma bugünkü dağların ak karına, gün gelip güneş daha sıcak doğacak, eriyecek buzlar. Delecek toprağı otlar, sürgün verecek yine kuru görünen ağaç dalları. Uyanan toprağın yüzünü tırmalayacak umut kazmaları. Yurt dediğin nedir oğul? Doğduğun yer mi? Doyduğun yer mi? Bir yere yurt diyebilmen için önce doğmalı sonra doymalısın elbette. İstekleri bitmeyene iki cihanda da huzur yoktur. Böyle bilirim. Asıl olan çok çalışıp, az istemektir bu topraklarda. Her sene, bir çift mısırdır hasatta umudum, odur beni bağlayan hayata ve buraya. Önce ekerim tohumları kara toprağa, sonra beklerim ki dönüşsünler ak koçanlara. Böyle geçti yüz yılım bu topraklarda. Ne kötüden iz gördüm, ne de namertten söz duydum; şükrettim ama beklemedim ki Tanrı göndersin. Bildim ki eğer vermezsem bu sarı tohumu kara toprağa, ne umudum kalacak, ne de toprakla bir bağ aramda.
“Dağın arkası dağ olur,” derler. Doğrudur. Lakin bakarsan, beklemeyi bilirsen dağın arkası bağ da olur. Onun için ne sabrımı, ne umudumu yitirdim yalan dünyada. Ana rahmi gibidir dünya insana, ana rahminde göbek bağıdır hayat bağımız, dünyada ise umutlarımız. Umudunu yitiren, hayat bağını da yitirir oğul. Ben bunu bilir bunu söylerim.
Kalın sağlıcakla…
En büyük silah hayal gücüdür
Yolculuklarıma önce hayal kurarak başlarım. Bana göre insanlığın, çıra ışığından lazere gelen yoldaki en büyük silahı hayal gücüdür. Yaşadığımız çağ insanlık tarihi için çok önemli. MÖ 6000 yıllarında yaşayan atalarımızla aynı fiziksel özelliklere sahip olmamıza karşılık, bu gün hayatımızdaki her şey o zamanki atalarımız için mucizelerde bile düşünülemeyecek unsurlar içermektedir. Oysa dünyamız ve biz o günkünden pek de farklı değiliz.
“Bende kene sabrı var”
Medeniyet toplumsal bellek ile birikip gelişirken insanların duygusal yanı aynı hızda gelişemiyor ya da her insan aynı şartlarda gelişmiyor. Bu farkı çektiğim fotoğraflarda ve filmlerde açıkça fark ediyorum.
Fotoğraf, benim canlı cansız her nesne ile ilinti kurmama ve onları anlamama yardımcı oluyor.
Bir balığın sudan çıkışı, bir kurt sürüsünün karı yararak yanınızdan geçişi doğada her an olan şeyler değildir. Bunları olağan hale getiren, benim kene sabrımdır. Mekân ve zaman kavramı bir kene için hiçbir anlam taşımaz. Bulunduğu yerde, yemek için bazen on beş yirmi sene beklediği var sayılır. Memelilere has ter kokusunu aldığında, bu uzun bekleyişine son verir ve sonun başlangıcı başlar. Saplandığı yerde şişene kadar sıvı emdikten sonra memelinin üstünden kendisini bırakır, yumurtlar ve ölür. Kenenin yumurtaları da aynı süreci izler.
“Dünya çalışan bir saat gibidir”
Televizyonlarda yüzlerce kenenin bir duvarda yürüdüğünü çoğunuz görmüşsünüzdür, ancak bu gerçeği yansıtmaz. O duvar muhtemelen memelilerin konduğu bir ahırın duvarıdır ve o kenelerin atası buraya yine bir memelinin sırtında gelmiş, doymuş, kendisini toprağa bırakarak yumurtlayıp ölmüştür. Evet, keneler uyanır, doyar, yumurtlar ve ölürler. O duvardakiler de yumurtadan çıkıp ahırdan gelen memelilerin salgıladığı ter kokusuna uyanmışlar ama doyacak canlı bulamadıkları için şaşkın şaşkın dolaşan kenelerdir. Sadece iki binli yıllarda tarım ilaçlaması adı altında topraklarımıza dökülen yarım milyon ton zehir nedeni ile nelere sebep olduk hiç düşündünüz mü? İlaçlama yaparken Kırım Kongo Kanamalı Hastalığı virüsünü taşıyan keneleri doğal olarak tüketebilen böcekleri ve kuşları da yok edileceğimizi maalesef düşünmedik. Arkasından kenelerle mücadele için bir bu kadar ilaç daha topraklarımıza sıktık. Dünya çalışan bir saat gibidir. Biz insanlar onu hiç gereği yokken tamir etmeye çalışarak risk altına sokuyoruz; bozuyoruz.
James Bond’un ofisi
Yıllardır, insan gözüne uzak yerlerde öylesine kayboldum ki; bir kare fotoğraf çekebilmek için bazen günlerce yokluklarla mücadele etmek zorunda kaldığım oldu. Çalışmalarımı donuk fotoğraf karelerinden hareketli film karelerine taşımam gerektiğini Küre dağlarında bir mağarada anladım.
Yeşil orman denizinin insan gözünden sakladığı bir boşlukta, ilk kez fotoğraf, içimdeki heyecanı ifade etmeye yetmedi. Çalışmalarımız Zamanın Tanığı adıyla yayınlanmaya başladı ve kısa zamanda büyük beğeni kazandı. Ancak seyahatlerde fotoğraf ve filmlerle ifade edemediğimiz bir şey var; duygularımız. Doğada geçirdiğim otuz beş yıldan sonra verimimi arttırmak, hayatımın çoğunu hayallerime ayırmak için büyük kentten kaçarak bir dağın eteğine sığındım. BBC’den benimle röportaj yapmak için gelenler “in” dediğim bu sığınağıma “James Bond’un ofisi” dediler. Bu ofisten deneyimlerimi ve bu deneyimlerimi hazırlayan geçmişimi sizinle paylaşacağım...
Cemal Gülas maddesinin hazırlanmasına katkı sağlayan Seçil İkiz’e teşekkür ederiz.