İnsanoğlu tarih sahnesinde yer alalı bir birinden farklı iki temel medeniyet etrafında birleşmiştir: Doğu ve batı… Burada ifade edilen Doğu-Batı, bir coğrafyayı ve ya bir yönü ifade etmemektedir. Bu farklılık dini ayrışmadan ziyade ahlak,kültür, yönetim, sosyal ilişkiler, tabiata bakış, felsefe, ticaret, üretim, aile gibi alanlarda kendini göstermektedir. Her iki medeniyetin birbirini dışlaması ve özellikle de batının doğuya karşı olan ön yargısı, bu ayrışmayı daha da derinleştirmiştir.
Bu kadar ayrışmanın olduğu bu iki medeniyetin; millet-milliyetçilik, ırk-ırkçılık konularını algılaması da, bu kavramların Doğu ve Batı medeniyetlerinde ortaya çıkardığı sonuçlar da şüphesiz birbirinden çok farklıdır.
Doğu-Batı kıyaslamasında çok farklı ve komplike görüşler tam yerine oturmamışken biz milliyetçilik ve ırkçılık konusuna dönecek olursak; Batı’da etnik kimlik en önde gelir. Bu gün ırkçılıkla mücadele, hümanizm gibi kavramlarla bütün dünyaya karşı kendilerini aklamaya çalışsalar da; insanların toplumsal özelliklerini biyolojik, etnik özelliklerine indirgeyerek kendi ırklarının daha üstün olduğunu savunurlar. Toplumu kendi ırkı, yabancı ırk diye iki bölüme ayırarak, kendi ırkına üstünlük tanıma, diğer ırklara ise düşkünlük ve uyrukluk anlayışını benimsetme düşüncesi hakimdir.
Batı’nın hümanizm ve insan hakları düşüncesinin altında da yine bir materyalist felsefe hakimdir. Batı düşüncesi, “İyilik yap, iyilik bul.” derken, bizde ise, “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir.” düşüncesi hakimdir.
Ayrımcılık konusunun ülkemizdeki durumuna bakacak olursak, hiçbir ayrımcılığın yapılmadığını söylemek pek akılcı olmaz. Ancak ülkemizde bir ayrımcılık varsa da bu, biyolojik özellikleri ön plana çıkaran ve ırka dayalı bir ayrım asla değildir. Türkiye’deki ayrımcılık daha çok siyasal alandadır ve siyasi otoriteye göre de değişiklik gösterir. Ayrıca kapitalist anlayışın benimsenmesiyle, pek dillendirilmeden sınıfsal bir ayrımcılığın olduğunu söylemek de pek yanlış olmaz.
Ancak Anadolu’yu bir baştan bir başa dolaşın, kimse size etnik kimliğinizi sormaz. Pek merak da edilmez ve sorulması genellikle ayıp karşılanır. Bu durum Doğu’nun büyük bir bölümü için de geçerlidir. Bu özelliğimizden dolayıdır ki, ülkemizde etnik konular bu kadar kurcalanmasına, basında ve siyasi arenada kasıtlı olarak bu kadar kaşınmasına rağmen, toplumun genelinde bir karşılık bulamamıştır.
Bu konuya tekrar döneceğimizi belirterek Batı’daki ırkçılığın gelişim sürecine bir bakacak olursak; Batı medeniyeti tarih sahnesinde eski Yunanlılarla var olmaya başladığından itibaren, kendi dışındaki topluluklara karşı her zaman düşmanca bir tutum içerisinde olmuştur. Onlar için bütün uygar toplumlar barbardır ve yok edilmesi gerekir. Aynı tutum Romalılar döneminde de devam etmiştir ve Orta Çağ döneminde ise kilisenin yardımıyla zirveye ulaşmıştır. Yeni Çağ sonrasında ise Batı, sömürgeciliğinin verdiği güçle Hindistan, Avustralya, Afrika ve Amerika’ daki yerlileri evcilleştirilmesi gereken yabaniler olarak görmüş, evcilleştiremediği toplumları da yok edilmesi gereken vahşiler olarak soykırıma tabi tutmuştur.
Özellikle Amerika’daki Kızılderililerin arazilerinin gasp edilip soykırıma uğramaları, dünyanın gördüğü en büyük vahşetlerden biridir.
Yine tarihteki iki büyük savaşın sebebi, Batı’nın sömürgeci, ırk ve din üstünlüğünü esas alan faşizm anlayışıdır.
Son zamanlarda batıda doğu kökenlilere, özellikle de Almanya’da Türlere yönelik artan ırkçı saldırılara karşı, evrensel ahlakı temsil ettiğini iddia eden Batı’nın gerekli hassasiyeti göstermemesi; oysa ölen bir İsrailli ve ya Avrupalı olsa bunu hemen kınaması ve her türlü fiili tedbiri alması, bu konudaki iki yüzlülüğünü göstermektedir.
Yine tarihten gelen alışkanlığıyla, Rusya’nın komşularına saldırması ve topraklarını işgal etmesi bu ırkçı, emperyalist anlayışının bir sonucudur.
Batı’da futbol sahalarına kadar inen ırkçılık, UEFA’nın bütün statlarda “no racizm” vurgusu yapmasına ve radikal önlemler almasına rağmen devam etmektedir.
Oysa Türkiye’ de birisi kalkıp sahaya muz atsa bunun ne anlama geldiğini bir çok kişi anlamaz bile. Batılıların kullandığı ırkçılıkla ilgili bazı aşağılayıcı söz ve ifadelerin Türkçede bir karşılığı dahi yoktur. Burada ne kimseyi aşağılama ne de kimseyi yüceltme peşindeyiz. Sadece aradaki anlayış farkına vurgu yapmak istiyoruz.
Türk Miliyetçiliğinin tarihi gelişimine girmeden, ülkemizdeki algılanmasına bakarsak, bu kavramın zaman zaman olumsuz nitelendirilmesi daha çok siyasi akımlarla ve siyasi otoriteyle ilgilidir.
Bu konuda daha doğru sonuçlara ulaşabilmek için önemli olan milletin bakış açısıdır. Burada siyasi akımlardan etkilenmeden objektif olarak bir değerlendirme yaparsak; tarihte İspanya ve Almanya’da soykırımdan kaçan Yahudiler, yine Balkanlarda, Kafkaslarda,, Ortadoğu’da yaşanan savaş ve baskılardan kaçan farklı etnik kökene sahip insanların Anadolu’ya sığınmalarını doğru yorumlayamazsak haksızlık etmiş oluruz. Bugün bile Suriye’deki iç savaştan kaçan 1 milyondan fazla Suriye vatandaşı, ülkemizdeki değişik şehirlerde ikamet etmektedir.
Ülkemizden dışarıya gidenlere baktığımızda daha ziyade ekonomik sebepler, ya da siyasi otoritenin tehlike olarak gördüğü, ancak etnik ayrımcılığa dayanmayan sürgünlerdir.
Ayrıca millet sevgisini aile sevgisine benzetirsek, kendi ailesini seven ve değer veren insanların başkalarının ailelerine de değer vermesi ve saygı göstermesi kaçınılmazdır. Bu durumda milliyetçiliğin diğer milletleri aşağılamak yerine, tam tersi onlarla barış içinde yaşamalarının bir teminatı olarak da görebiliriz.
Ülkemizde son dönemlerde etnik konuların bu kadar gündeme taşınmasının en önemli sebebi; Özal’ın da desteğiyle, baba Bush’un Irak’ı 36. paralelin kuzeyi-güneyi diye ayırması, oğul Bush döneminde de bu ayrışmanın işgalle sonuçlanmasıdır. Ayrıca, yabancı destekli bir çok vakıf, dernek ve en önemlisi de basınla bu konuyu sürekli gündemde tutmayı başarmışlar, ne yazık ki epeyce de mesafe almışlardır.
Bugün Irak’ın bölünmesi, benzer senaryoların da Türkiye üzerinde oynanması, BOP adı altında bir Amerikan-İsrail projesinin sonucudur. Ancak bu oluşum, Türkiye’de Anti-Amerikancı olduğunu söyleyen bazı çevreler tarafından yeterince algılanamamış, kültürel haklar adı altında etnik ayrımcılığa destek verilerek adeta emperyalizmin değirmenine su taşınmıştır.
Her dönemde etnik ayrımcılık söz konusu olduğunda, Türk milliyetçilerinin ve vatanseverlerin hedef alınması, bu Amerikan-İsrail oluşumunun önündeki en büyük engel olarak görüldükleri içindir. Oysa Osmanlı’dan günümüze kadar bu ayrımcılıktan en çok muzdarip olan ve zarar gören yine Türk Milleti olmuştur. Hoca Ahmet Yesevi ile başlayıp Hacı Bektaşi Veli ile Anadolu’ya yerleşen ve kültürünü yaşatan Alevi Türkmenler, beklide bu ayrımcılıktan en fazla etkilenenlerdir. Bugün Anadolu’da Türk kültürü yaşatılıyorsa bunu bahsettiğimiz bu insanlara borçluyuz. Anadolu’daki bir Semah Ayini, Mevlevi’nin Sema dönüşü, bir Zeybek oyunu, Karadeniz’de el ele tutuşarak dönülen horon, Nevruz’da ateş ve demir dövme, bir Kızıldedrili ateş dansı ya da Yakutistan’daki bir Şaman Ayını aynı felsefe ve kaynaktan çıkan, farklı inanışlara göre şekil almış ibadet ve ya ritüellerinden başka bir şey değildir.
Bizim milliyetçilik anlayışımıza göre devlet, tek bir etnik kimlikten oluşmaz. Sadece etnik kimliğe dayalı milletlerin yaşamaları mümkün değildir. Türklerin, Orta Asyadan Anadolu’ya kadar harmanlayarak getirdikleri insanlık ve kültür birikimi, Anadolu’da bütün kültürleri kucaklayarak zirveye ulaşmıştır. Bizim ülke ve millet sevgimizin temel dayanağı da budur.
Yoksa ayrım yapan, insanları etnik ve dini özelliklerinden dolayı aşağılayan bütün Turani ülkelerin kuracağı büyük ve güçlü bir Türk devletinin , bizim nazarımda bir Kızılderili kabilesi ve ya Sibirya’da ren geyikleriyle kültürünü yaşayamaya çalışan bir Yakut obası kadar değeri yoktur.
Bu pencereden baktığımızda milliyetçiliği sadece siyasi bir partinin malı gibi görmek de yanlış olur. Çünkü ülkemizde yaşayan herkesin bu evrensel değerlere sahip çıkmayacağını düşünmek yanlış olur. Yeter ki doğru yaşayıp doğru anlatalım…
Ayrıca Yunan, Roma, Çin, Misir, hatta Arap medeniyetlerini allandıra ballandıra anlatanlar, izin versinler de biz de tarihimizdeki efsane ve destanları zevk alarak anlatalım ve yaşayalım. Ki bu efsanelerde bir üstünlükten ziyade, Türk’ün kendine has özellikleri anlatılmaktadır. Gilgamış, Şehname, Odysseia, İliada destanlarının yanında bıraksınlar gençlerimiz; Uygur Destanı, Göç Destanı, Şu Destanı, Oğuz Kağan Destanı, Bozkurt Destanı, Ergenekon Destanı, Yaratılış Destanı, Edigey Destanı, Türeyiş Destanı ,Saltuk Buğra Destanı, Manas Destanı, Battal Gazi Destanı, Danişmendname Destanı, Dede Korkut Destanı, Genç Osman Destanı, Köroğlu Destanı, Kuva-yi Milliye Destanı ve Çanakkale destanlarını da öğrensinler.
Türklerin en eski yazılı kaynaklarından olan Orhun Anıtlarında Bilge Kağan, adeta Türklerin genlerini çözmüş, Türklerin günü kurarma, yarını düşünmeme, yaşadıklarını hemen unutma, Çin ipeğine ve kadınına kanma - ki bu söylenenlerin hepsi bu gün bile geçerlidir, sadece Çin’in yerini Avrupa almıştır- gibi özelliklerine vurgu yaparak, tarih boyunca tüm kuşakların alabileceği dersler vermiştir.
Biz,”Yaradılanı severim yaradandan ötürü.” anlayışıyla, yaradılış gereği bütün insanların eşit olduğu, onların bu dünyada ve öbür dünyadaki durum ve mevkileri sadece kendi tutum ve davranışlarının belirleyeceği düşüncesiyle, farklı etnik, kültür ve inançları aşağılayan ve ayrımcılık yapan anlayışları lanetleyerek, sadece bizi biz yapani vatan, tarih, kültür, gelenek-görenek gibi özelliklerimizi sevdiğimizi, sahip çıktığımızı belirtiyoruz.
“Ne Mutlu Türküm Diyene.”
Saygılarımla…